Salı, Aralık 6

dil olayı

Bir gün –bir kaç ay önce- Ankara’dan İstanbul’a dönerken  Güney Ekspresiyle dönmeyi tercih ettim. Her ne kadar rötarlı ve bu yüzden çoğu insan için sinir bozucu bi etkinlik olsa da ucuz trene binmek, ben seviyorum. Hayatım boyunca kendimi hiç acelem varmış gibi hissedemedim belki bununla ilgilidir. Bir de o yolda olmak olayı hoş birşey. Tren 50-60 km ayarında bi hızla gidiyordu ki beklenen o an geldi. Tren durdu. Ben de aşağıya indim bir süre sonra. Sonra çok yakışıklı –evet yakışıklı olması önemsiz de olsa bunu belirtmeden edemezdim!-   bir adamla -i looked at you, you looked at me- olayı yaşadık. (bak burada doors’a atıf yapıyorum, evet çok acayip gönderme yaparım) Yanındaki olgun adam -40-50 yaşlarında saçları beyazlamış genel bir tip vardır ya, öyle bir adam işte- sayesinde insanlarla sosyalleşiyordu. Fransızca biliyormuş, İngilizce bilmiyormuş falan. Tabii ki tren hareket edene kadar yapacak başka birşey olmadığı için yarı İngilizce yarı Türkçe bir şekilde sosyalleşmeyi seçtik. O da sosyoloji okumuş, müzik sosyolojisi üstüne yüksek lisans yapmış, şimdi doktorasını yapıyormuş falan. Oha ben de! ... Ben de! ... Ben de! Olayını sanırım kimseyle bu kadar sık yaşamadım. Yolculuğun geri kalanında vagonların arasında mızıka çaldık –o da çalıyormuş-, 3 top çevirdik, ‘deconstruction’  ve o tarz post modernizmalar üstüne konuştuk. İkimiz de kendi dilimizde konuşmuyor olmamamıza rağmen çoğunlukla anladık, veya anlam yakınımızda bir yerdeydi.
Mektup arkadaşı olmaya karar verdik ve ekimin sonuna doğru mektubu elime geçti. Ben hala mektup yollayamadım bu konuda biraz suçlu hissediyorum aslında ama bir yandan da hala acelem varmış gibi hissetmiyorum hehe. Ama asıl olay şu ki, hep başka bir dilde anlaşmanın mümkün olmadığını, imkansızlığını falan savunurdum. Ama Luc’le tanıştıktan sonra eğer ortada ortak birşeyler varsa bunun değişebileceğini deneyimleyerek, o biraz fanatikliğe kaçan yargımdan uzaklaştım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder