Çarşamba, Aralık 28

an

Aslında bütün olayın ritm ve vurgudan oluştuğunu söylerdim. Hala öyle düşünüyorum ama bir de “an” var, the moment.  Şöyle bir düşündüğümde hayatım kesik kesik anlardan oluşuyor, bazı insanlarla olanlar çok bulanık, birkaç kişiyle olanlar çok canlı. Pişmanlıklar da var birkaç tane, keşke o an istediğim gibi davransaydım, nasıl olurdu acaba soruları... Evet en acısı da bu -o anın orda kalışı ve geriye dönüşün imkansızlığı.

Salı, Aralık 6

dil olayı

Bir gün –bir kaç ay önce- Ankara’dan İstanbul’a dönerken  Güney Ekspresiyle dönmeyi tercih ettim. Her ne kadar rötarlı ve bu yüzden çoğu insan için sinir bozucu bi etkinlik olsa da ucuz trene binmek, ben seviyorum. Hayatım boyunca kendimi hiç acelem varmış gibi hissedemedim belki bununla ilgilidir. Bir de o yolda olmak olayı hoş birşey. Tren 50-60 km ayarında bi hızla gidiyordu ki beklenen o an geldi. Tren durdu. Ben de aşağıya indim bir süre sonra. Sonra çok yakışıklı –evet yakışıklı olması önemsiz de olsa bunu belirtmeden edemezdim!-   bir adamla -i looked at you, you looked at me- olayı yaşadık. (bak burada doors’a atıf yapıyorum, evet çok acayip gönderme yaparım) Yanındaki olgun adam -40-50 yaşlarında saçları beyazlamış genel bir tip vardır ya, öyle bir adam işte- sayesinde insanlarla sosyalleşiyordu. Fransızca biliyormuş, İngilizce bilmiyormuş falan. Tabii ki tren hareket edene kadar yapacak başka birşey olmadığı için yarı İngilizce yarı Türkçe bir şekilde sosyalleşmeyi seçtik. O da sosyoloji okumuş, müzik sosyolojisi üstüne yüksek lisans yapmış, şimdi doktorasını yapıyormuş falan. Oha ben de! ... Ben de! ... Ben de! Olayını sanırım kimseyle bu kadar sık yaşamadım. Yolculuğun geri kalanında vagonların arasında mızıka çaldık –o da çalıyormuş-, 3 top çevirdik, ‘deconstruction’  ve o tarz post modernizmalar üstüne konuştuk. İkimiz de kendi dilimizde konuşmuyor olmamamıza rağmen çoğunlukla anladık, veya anlam yakınımızda bir yerdeydi.
Mektup arkadaşı olmaya karar verdik ve ekimin sonuna doğru mektubu elime geçti. Ben hala mektup yollayamadım bu konuda biraz suçlu hissediyorum aslında ama bir yandan da hala acelem varmış gibi hissetmiyorum hehe. Ama asıl olay şu ki, hep başka bir dilde anlaşmanın mümkün olmadığını, imkansızlığını falan savunurdum. Ama Luc’le tanıştıktan sonra eğer ortada ortak birşeyler varsa bunun değişebileceğini deneyimleyerek, o biraz fanatikliğe kaçan yargımdan uzaklaştım.

Salı, Kasım 15

buradayım

Bi gün oturuyodum (15 kasım oluyor bu) sonra aklıma birden sözler geldi yazdım, beste yaptım -nakaratı çok güzel oturdu falan- sonra içeriye gittim birşeyler oldu. Döndüğümde bilgisayar kapanmıştı ama ben o an beste olayını unutmuştum. Derken akşam saatlerinde bestem!!! diye bi irkildim. Baktım, kaydetmemişim. Nakarata dair de hiç birşey yoktu aklımda maalesef.. (b12 haplarının işe yaramadığı zamanlar) Çok sinirlendim, çok üzüldüm vs. Oturdum tekrardan yazdım birşeyler tabii ki aynı olmadı ama konu böyle birşeydi. Müziği oturtamadım henüz, ama oturtunca ilk siz bileceksiniz beni takip eden sevimli insanlar! :)

zaman akarken
sessizce ve sakin
gecenin içindeyim ben,
müzikli ve kahveli

düşünüyorum,
öyleyse buradayım.
hareket edemem ki ben
düşünürken.

zaman geçti gitti
herşey değişti,
insanlar yaşarken
ben hep buradayım.

little wing// 15 kasım

Pazar, Kasım 13

"ne yapıyorsun?"

Bir gün bir Pazar kahvaltısında, Gökçe casusluktan bahsetmeye başladı. Casusluk, ajanlık vs. Acaba büyüyünce böyle birşey yapabilir miydi...
Babam bana döndü, ve şöyle dedi: “Sen hiç yapamazsın öyle birşey. Hemen öğrenirler ne gerekiyorsa, sadece birinin sana ‘ne yapıyorsun?’ diye sorması yeterli olur, kullandığın programa kadar herşeyi anlatırsın...” 

Çarşamba, Kasım 9

sonra

sonra güneş çıktı
birdenbire,
beklemiyordum.
camı açtım
yüzüme çarptı,
güldüm. //

10 mart, 2011

Salı, Kasım 8

kararsızlık


“Bir şey diliyorsun ama o şeyi dilerken bile kararsızsın. O şeyi istiyorsun ama aklın diğer yapabileceğin şeylerde bir yandan.” 
Evet! İlk defa biri bana böyle birşey söyledi. Tam olarak bunu hissediyorum –sürekli bir kafa karışıklığı. Bir şeyi istersin, ve o şey olur. En azından benim hayatımda genelde bu şekilde oldu. Ama yaklaşık bir senedir –evet şu ales, yüksek lisans, mezuniyet ve gelecek sözcükleri beni fazlasıyla geriyor- gerçekten istediğim birşey yok. Sadece aklıma gelen düşünceler ve uçuşan sözcükler... Cümle bile olamayan sözcüklere sahibim. İşte böyle zamanlarda, ki bu vaktimin ciddi bir bölümünü oluşturuyor, yapmak istediğim tek şey biraz ‘dinlemek’ oluyor. Biraz blues, biraz bebop, biraz o, biraz bu. Şu onaylanma durumundan kaçış belki de. Dinlerken kimseden onay almaya çalışmazsın. Müziğe sahipsindir ve dinlersin. Belki de Hegel’in efendi köle ilişkisindeki gibi mutsuz bir durumdur sonuç, ortada bir mülkiyet ilişkisi olduğu için. Ama dinlerken sonuç da yoktur. Süreç vardır, yalnız süreç. İşte ben tam olarak o sürecin içindeyim kararsızlıklarımla birlikte.

Cumartesi, Kasım 5

onay meselesi


Bu blog benim. Bu yüzden istediğimi yapabilirim!

Başıma gelen -bazen komik bazen trajikomik- şeylerden bahsetmek istiyorum biraz, ‘bir gün..’ diye başlayan.

Bir gün, add drop haftasının içindeydim -4. Sınıf, 1. Dönem. Derken herşey gibi bu hafta da sona ermeye başladı fakat ben onay yaptırmamıştım henüz. Hep şöyle dialoglar yaşadım, dün gibi aklımda hepsi.
-Peki sen onay yaptırdın mı Gülce?
*Yoo yaptırmadım ama bugün daha Çarşamba. Dersleri ekledim hallettim, onayı da yaparım nasıl olsa.
-Dikkat et ama bak kaçırma sakın.
*Yok ya korkma hehe.
‘Korktuğum başıma geldi’ cümlesini kullanmayı çok isterdim ama bu konuda hiç bir şekilde bir korkum olmadığı için –biraz olsaydı belki öyle olmazdı- şöyle devam edeceğim, bu konuda yaşadığım şaşkınlığı anlatmaya kelimeler yetmez! Biraz da üzülmüş gibi duyuluyor değil mi? Evet. Şaşkınlık duygusu aslında içinde her şeyden biraz barındırır. Neyse, ben en iyisi devam edeyim. Gün Cuma oldu, pek sevdiğim Erdoğan Hoca’nın Sociology of Knowledge isimli dersindeyim. Ders 5.30’da bitecekti fakat sağolsun kırmadı beni 5’te bıraktı –çünkü onay yaptıracaktım. Nasıl olsa 5.30’a kadar vaktim vardı, bu doğal bir düşünceydi tabii ki!  Derken Adnan Hoca’nın –danışmanımdı kendisi- odasına gittim. Aslında çok normal ama bana o an inanılmaz, olmaması gereken birşeymiş gibi gelen birşey oldu: Adnan Hoca odasında değildi. Herkes hayatında bunu mutlaka yaşamıştır, veya yaşayacaktır –ne yapacağını bilememe hali, bir duraksama. Evet ben de öyle küçük bir an yaşadım. Sonra sekretere de gitmeme rağmen onayımı yaptıramadım. Yapılacak tek birşey vardı söylediklerine göre, dilekçe yazmak; ancak belki kabul edilmeme durumu olabileceğini söylediler. Sonradan eklediğim dersler arasında daha önce 2 kere daha aldığım 2. Sınıf dersi olan History of Sociology 1 de vardı. 3. alışım olacaktı çünkü kendisi 8.40 dersiydi ve dolayısıyla CC idi. Aradan yaklaşık bir ay geçti, artık vize zamanı gelmişti. Derslere gitmiyordum çünkü hem 8.40'tı hem de belki dilekçem kabul edilmemişti ve aslında dersi almıyordum. Bu ihtimalin farkındayken 8.40 dersine nasıl devam edebilirsin ki? Barış Mücen hoca da beni Voodoo’da gördükçe ‘Derslere gelmen gerekiyor, hiç devam etmiyorsun’, ‘Gülce dersi alıp almadığını kontrol et, benim listemde gözükmüyorsun ’ gibi şeyler söylüyordu o ara. Açıkçası biraz utandım, sorumsuz gibi falan hissettim ve kontrol ettim: onaylanmış, dersi alıyormuşum! Ertesi gün vizenin ne zaman olduğunu sordum, sabahmış. Barış Mücen mükemmel bir hoca olduğu için make up verdi. Ama insanın hayatında bazı şeyler hiç değişmiyor. Sonuç: 8.40’a uyanamamaya devam etme ve CB.

Çarşamba, Kasım 2

inadına blues ile stormy monday

,


yoktu


soyundu düşüncelerinden
birer birer


dansetmek karanlıkla
gecenin içine..


kırpıştırdı gözlerini
uzakları görmek isteği.


sarıldı sessizliğin ince bedenine
bırakmak istememek gece boyunca..


gün ışıdı
arkamı döndüm, 'yoktu.' //


2 haziran 2008
                     

tezgah

tezgahlar kuruluydu,
orda burda
hepsine bakmak
hevesindeydi.
en ucundan tezgahın,
başladı ilerlemeye
sakin sakin..
kuşların sesi eşlik ediyordu ona yalnız,
o böyle istemişti.
neden aramayı bırakmıştı artık,
diğer tezgahlara gelmişti sıra
geziyordu,
yavaş yavaş..
seslerin geldiği tarafa baktı,
güneşin, üstündeki hakimiyetini hissetti
derken, saatine çarptı gözü
artık geç olmuştu.//


24 nisan 2007.

kahkaha

solgun kanatlarıydı uçmaya çalışan
belki biraz yorgundu, 
bi parça keyifsiz,
ama farkındalık vardı santimine kadar
sonsuzluğa dayanmayı isteyen
ve sessizce etrafı süzen dingin bakışlarında.
vapurların ardından bakan
insanların coşkusunu sezen
kahkahalarıyla coşturan
binlercesindendi..
şimdi süzülüyordu yavaş yavaş
vapurların ardından değil bu sefer
kendi yolunda
kendi çizgisinde.
bakışlarının turunculuğunda birleşince güneşin ışığı
ve çarpınca solgun kanatlarına
işte o an almıştı var olmanın, var olabilmenin tadını  
bırakmak istemedi süzülmeyi hiç
düşünmek geçmedi aklından alçaktaki binlercesini
sadece kendi vardı şimdi
yalnız ama huzurlu.
tecrübenin verdiği yorgunluk vardı gözlerinde..
vapurdaki insanlara takıldı birden bu gözler
vapurdaki insanların savurduğu ekmeklere heveslenen onlarcasına takıldı, 
çevresinde sayamadığım kadar halkalar olan bu gözler.
küçük bi gülümseme kapladı suratını
hayata dair bir gülümseme
binlercesine doğru bir gülümseme,
kendine ise kocaman bir kahkaha.//


little wing, 16 kasım 2006